TÜM ÖĞRENCİLERİME İYİ TATİLLER DİLERİM
   
 
  OKUMA SAYFAMIZ
OKUMAYI ALIŞKANLIK HALİNE GETİRENLER ANCAK BAŞARILI OLABİLİR..
kalbini kuşlara eren çocuk
bilinmiyor tarih 21.03.2010, 16:35 (UTC)
 KALBİNİ KUŞLARA VEREN ÇOCUK

‘’Tanrı kuşları sevdi ağaçları yarattı

İnsan kuşları sevdi kafesleri yarattı’’

Jacgues Deval



Bir varmış bir yokmuş, adı sanı bilinen zamanın birinde, dağlardan kopup gelen çağlayanların arasında şirin mi şirin küçük bir köy varmış. Her bahar geldiğinde bir başka güzel olurmuş buralar. Doğaya binbir canlılık gelir, bir başka güzel akarmış dereler. Arılar, kadife kanatlı kelebekler çiçek çiçek gezer, daldan dala uçuşurmuş türkü gözlü kuşlar… Bir efsaneye göre güneş en güzel orada gülermiş çocuklara, oraya dökermiş ışığının en güzel renklerini. Yeryüzünün en güzel bitkileri, çiçekleri, hayvanları da oralıymış. Gökyüzünde her gece yıldızların düğünü olur, her sabah bir sevincin şöleni başlarmış. Düş mü? gerçek mi? pek ayırt edilemezmiş, etrafını çevreleyen dağlar öylesine görkemli dururmuş ki, doruklarında gökyüzü hep mavi ve engin bir denizi andırırmış. Eteklerindeki derin vadiler boy boy hayvanlar barındırır, onlara analık eder ve bütün kötülüklerden korurmuş… En vahşi hayvandan, en sessiz böceğe kadar tüm canlılar kardeşce geçinirmiş. Bir yeşil halı gibi yerleri kaplayan çimenler, nereden çıkıp, nerede tükendiği bilinmeyen pırıl pırıl sular, rengarenk çiçekler ve türlü boyalı kuşlarla bu eşsiz yer, bir başka yaşama sevinci verirmiş insanlara.



İşte bu yörede zeki mi zeki, akıllı mı akıllı küçük bir çocuk yaşarmış. Deniz adındaki bu sevimli çocuk insanları, hayvanları, kuşları, çiçekleri, ağaçları yani doğadaki güzel olan her şeyi ve bir de herkesin masal anası ismini verdiği bilge ninesini çok severmiş. O bu sevgisini lafta bırakmaz, gereğini her fırsatta yerine getirir, insanların, hayvanların, canlı cansız, doğadaki tüm varlıkların haksız saldırılara hedef olmaları karşısında, içinde sınırsız bir öfke ve acı duyarmış. Bu yüzden hep güçsüz ve haklıdan yana çıkarmış. Çünkü Deniz ninesinden hep emeği, yardımseverliği, merhametli olmayı, sevgiyi, iyiliği, dürüstlüğü, doğruluğu, temizliği, ahlaklı ve adil olmayı öğrenmiş.



Deniz gün boyu çiçeklerle söyleşir, kelebeklerle uçuşur, bilge ninesinin ardında koşuşup dururmuş kırlarda. Onun geçtiği yerlerde güller gülümser, sümbüller pembeleşir, kuşlar şarkı söyler, dağlar taşlar dillenirmiş. Hafif hafif esen rüzgarlarla ağaçlar eğilip eğilip birbirini selamlarmış. Deniz nerede solmuş sararmış bir çiçek görse, koşar su getirir, koklayıp okşayıp yeşertirmiş. Her şey öylesine ona alışıkmış ki, bir gün ortalıkta görünmese, çevreden iniltiler duyulur uzun narin kavaklar bile boynu bükük bakarmış. Öyle ki, çiçekler üzülüp büzülür, kelebekler uçmaz, kuşlar türkülerini söylemez, sular hışırtısız akarmış. Deniz sadece kuşlarla konuşmazmış. Köylülerin söylediklerine göre, o bütün hayvanların dillerinden de anlarmış. Onlarla saatlerce söyleşir. Birbirileriyle iyi geçinmelerini öğütlermış.



İşte Deniz, bu gizemli doğanın koynunda doğmuş, orada büyümüş orada tanımış çiçekleri. Kuşlarla dostluğu, arkadaşlığı da orada başlamış. Küçücük yüreği dünyayı içine alacak kadar geniş, sevgisi dünyayı ısıtacak kadar sıcakmış. Bu güzel çocuk yaşamına renk veren, anlam katan sevgisinin sesini de orada bulmuş. Hiç bir canlının başka bir canlıya haksızlık etmesine gönlü razı olmazmış. Onun bu sesini duyan her canlı bütün kötülükleri unutur, sadece iyilik düşünürmüş.



Ve bir gün Deniz bu güzelim köyünden ayrılmak zorunda kalmış. Kuşların ötüşü, serin suların çağlayışı kulakları okşayıp yüreklere dökülürken, çiçekler solumalarını sıklaştırmış. Bütün köylüler gediğin tepesini aşıp, Deniz’ i uğurlamışlar; iyi yolculuklar dilemişler. Ninesi o kadar çok üzülmüş ki, sözcükler onun ayrılık acısını anlatmaya yetmemiş. Hiçbir canlının başka bir canlıya veremeyeceği ve hiç bir canlının anlayamayacağı bir şefkat ve sevgiyle basmış bağrına. İçi ılık ılık duygularla dolup kabarmış, o yaşlı yüreğine ince ince çağlayanlar akmış da, yangınını söndürememiş. Torunu uzaklaşıncaya dek çırpınan yaralı bir kuş kanadı gibi, yaşlı gözlerle el sallamış ardından, dualar mırıldamış. Deniz uzaklaşır uzaklaşmaz hemen bütün köylüler onu özlemeye başlamışlar. Bu sevginin kaynağı neredeymiş, neymiş kimse akıl erdirememiş.



Deniz şehirler geçmiş, trenler, otobüsler, vapurlar, otomobiller ve uçaklar görmüş: görünce de ağzı bir karış açık kalmış, zira köyünü çevreleyen dağların ötesini hiç mi hiç bilmezmiş.



Deniz uygarlığın teknolojik nimetlerinden uzak, fakat bozulmamış, kirlenmemiş, temiz ve bakir bir doğa ortamında yaşarken, babası onu alıp uzak bir ülkeye götürmüş. Bu ülkenin renk renk lale bahçeleri, yel değirmenleri, altın saçlı gökgözlü güzel çoçukları varmış. Ancak getirildiği kent beton yığınları ile kaplı, soluk alamayacak derecede kalabalık, gürültülü ve telaşlıymış. Doğup büyüdüğü yerlere hiç benzemediği gibi, her akşam kocaman fabrika bacalarından çıkan, kirli kara bir duman abanırmış kentin üstüne. Kent soluk alamazmış. O zaman gökyüzü ışığını yitirir, sokak lambaları bile zar-zor ışıldarmış. Burada insanlar kendilerini kalın beton duvarlar arkasına, kuşları kafeslere, çiçekleri özgür doğadan koparıp saksılara koymuşlar. Kafesteki kuşlar aç değilmiş ama özgürlükleri yokmuş. Saksıdaki çiçekler susuz değilmiş ama doğal güzellikleri kalmamış. içeklerin renkleri ve kokuları, kuşların ötüşleri yapaymış. İnsanların neşeleri gülüşleri ve ağlayışları da.



Okula başlamış Deniz. Sınıflar çocuk doluymuş, ancak Deniz yalnızmış, bir türlü alışamamış kalabalıklara, kent yaşamına… Yitirdiklerini ararmış Deniz, gözünde tütermiş insiz köyü, yemyeşil dağlar, serin pınarlar, kuşlar, yeleleri rüzgarda savrulan atlar, koyunlar, kuzular, bir de dünya tatlısı nineciği.



Onca kalabalığın orta yerinde yapayalnız kalmış; ne o anlatabilmiş kendini başkalarına, ne de başkaları onu anlamak istemiş. Bir tren geçermiş Deniz’in özlemlerinde, bir kuş ötermiş, o kuytu bir köşeye çekilip ağlarmış. Kimi zaman özlemi dayanımaz bir hal alırmış, yakıp tutuştururmuş yüreğini. Deniz’in bu durumuna öğretmeni çok üzülürmüş. “Sen zeki ve yetenekli bir çocuksun bu günler çabuk geçer buraya da alışırsın” diyerek Deniz’ i teselli etmeye çalışırmış. Ama o dalgınmış, bilincini yitirmişçesine boş boş bakarmış etrafına. Artık düşüncelerinin içinde öyle eriyip yitmiş ki, bu ona sonsuz derece acı verirmiş.



Bir de Deniz’ in kafasını sürekli yoran bazı sorular varmış. Neden kuşların, çiçeklerin zgürlüklerini kısıtlayıp, kafeslerde ve saksılarda tutsak olarak yaşatırlar? Kuşlar ve çiçekler evlerdeki saksılar ve kafesler için yaratılmamıştır ki? Acaba bütün bu haksızlıklar ve acımasızlıklar geçici ve basit bir doyum duygusu için miydi? Peki, kocaman adamların bu tutumuna karşı, ya çocuklar niçin kayıtsız kalıyordu? Onlar, kuşların ve çiçeklerin özgürlüğü için neden bir çaba harcamıyordu?



Deniz bu sorunları günlerce düşünmüş; çiçeklerin saksılara, kuşların kafeslere konulmasına bir anlam yüklemeye çalışmış, ama becerememiş. Gün geçtikçe suskunlaşmış, konuşmaz gülmez olmuş ve yemeden içmeden kesilmiş. Sanki uzak diyarlarda dilsiz, kolsuz, kanatsız kalmış. Gitgide içine kapanmış, yapılan bu haksızlıklara öfkelenmiş, ancak bağırıp çağırmamış, suskunlukla direnmiş.



Derken bir gece hastalanmış Deniz. Günlerce ateşler içinde yatmış, yatarken de köyünü sayıklamış, uyanıkken Perihan ninesini hayal etmiş. Ninesi yine ona öğütler vermiş, destek olmuş yalnızlığında, yol göstermiş. Ninesi Deniz’e “Konuş Deniz’im, yine göz kırp yıldızlara, çiçeklere gülümse, gülücükler dağıt, göster sevgi dolu yüreğini herkese. İyi olmalısın sen, hastalanırsan üzülürüz. Yaşlı yüreğim dayanamaz acına. Sonra bütün kuşlar da üzülür; dağlar, taşlar başlar ağlamaya. Yerin kulağı duyar olup biteni, bütün ormanlar yas tutar. Menekşeler sulara döker kirpiklerini, sular acı keser, acı yolları…” dermiş. Sonra bir an duraksar, yorgun ciğerlerini soluklandırır ardından Deniz’in saçını okşar, konuşmasını yine sürdürürmüş.



Ama Deniz onun söylediklerinin çoğunu duymaz, atların kişnemeleri, kuzuların melemeleri arasında rüyalara dalarmış. Köyünde iken her akşam yatmadan önce, ninesi Deniz’e kuşlar, çocuklar ve çiçeklerle ilgili masallar anlatırmış. Sonra. “o yıldız senin, bu yıldız benim” diye ninesiyle yarışır, gökyüzünün sonsuz ışıltısına bakar, uyurlarmış. Oysa Deniz bu kente geleli bir yıldız bile görememiş.



Günler sel gibi haftalar yel gibi geçip gitmiş. Deniz iyileşip eski sağlığına kavuşmuş, ama özlemi hiç mi hiç dinmemiş. Nereye gitse özlemini de oraya götürmüş. Zaman zaman özlemi içinde onulmaz bir sızı olur depreşir. Ne yapsa ne etse önüne geçemezmiş.



Deniz zeki, enerjik, başarılı ve itinalı bir çocukmuş. Ögretmenleri onun bu niteliklerini yararlı bilgi ve sağlıklı bir çevre bilinciyle dengede tutmak için yoğun bir çaba içine girmişler. Deniz de yavaş yavaş okul yaşamına alışmış. Bu nedenle öğretmenleri iyi bir şey başarmış olduklarını düşünerek gönenmişler, kıvanç duymuşlar. Çünkü Deniz en zor meseleler üzerinde bile inanılmaz ölçüde düşünceler üretir, günlük ders ve ödevlerini büyük bir istekle hazırlar, olumlu taraflarını eliştirmeye çalışırmış.



Deniz her zaman sevimli, duygulu, insanları kırmamaya özen gösteren, herkesin yardımına koşan bir çoçuk olduğunu göstermiş. Onun doğa sevgisi ve bilgisi de herkesin dikkatini çeker ve bu güzel nitelikleri çevresinde sevilmesini sağlarmış. Hatta, onun bu özelliklerini öğretmenleri diğer çocuklara anlatıp, örnek gösterirmiş. Anne ve babası da Deniz’ i bu meziyetleri nedeniyle dünyanın en akıllı çocuğu olarak görürlermiş.



Deniz bir yandan çevresine uyum sağlamaya diğer yandan da kendine yeni uğraşlar edinmeye çalışıyormuş. İşte o günlerde, evlerinin önüdeki küçük bahçeyi düzenlemek aklına gelmiş ve şimdiye kadar bunu düşünemediği için de kendine kızmış. O günden sonra en büyük uğraşı bahçesi olmuş. Oraya çeşitli bitkiler dikip, çiçekler ekmiş. Bahçesindekiler de boy verip renklenince bütün boş zamanlarını onlara bakmakla geçirir olmuş.



Çiçeklerin yanında mutlu olurmuş ya yine de içten içe hüzünlenirmiş. Çünkü, Deniz bu insanları anlamıyormuş. Onlar, kendilerini doğadan uzak, beton duvarlar arkasına kapattıkları yetmiyormuş gibi kuşları da kafeslere tıkmışlar…



Her şey bir yana da ya o büyük kentlerin meydanlarında gördüğü sürü sürü tembel güvercinlere, kirli kanal sularında nazlı nazlı yüzen kuğulara ne demeliydi? Böylesine kanatları olur da, kentlerin o pis havasında, suyunda nasıl dururlardı? Uğuldayan iş makineleri, göğü kirleten fabrika bacaları, araba sesleri, eksoz dumanları, müzik diye zangır zangır bağıran hoperlörler ve estetikten uzak, çirkin apartmanların arasında nasıl yaşanır? Deniz bu soruları durmadan sormuş kendine, ama yanıt bulamamış. Çocuk aklı anlamaya, yanıtlamaya yetmemiş bu soruları.



Ve günün birinde öfkesi öylesine büyümüş ki, gidip babasının onarım işlerinde kullandığı keskin mi keskin testereyi alıp, fırlamış sokağa. Kafes gördüğü ilk eve dalmış ve buradaki kafesi kesmiş. Ve o günden sonra, her gece evlere girip, kafeslerin çubuklarını keserek kuşlara özgürlüklerini vermeye başlamış. Deniz’ in bu yaptıkları kafes sahiplerini çılgına çevirmiş tabiî. Günlerce gazetelere ilanlar verilip, duvarlara afişler asılmış. Radyo ve televizyonlarda duyurular yayınlanmış. Bu yayınlarda, “Korkunç ve affedilemez suçu işleyen canavar” hakkında bilgi verenlerin ödüllendirileceği açıklanıyormuş. Ancak Deniz yılmamış. Yine her fırsat bulduğunda evlere, bahçelere girip kafesleri kesmeye devam etmiş. O ülkeyi yönetenler çok kızmışlar bu işe, kentin bütün polisleri bu kafes canavarını yakalamak için yarışa girişmiş, günlerce pusu kurup beklemişler. Ama bu bir sonuç vermemiş. Bir defa polis, asker bütün ülke düşmüş bu kafes canavarının peşine. Yine günler, haftalar, aylar geçmiş ama yakalayamamışlar.



Deniz, bir akşam yine elinde testeresiyle büyükçe bir eve girmeye çalıştığı sırada pusu kuranlar tarafından yakalanmış. Ve bu haber ülkenin her yanında bomba gibi patlamış. Gazeteler Deniz’in boy boy fotoğraflarını basmış, televizyonlar çeşitli görüntüleri getirmiş ekranlarına, radyolar ise her haberinde duyurmuşlar. İlgililer ise bu “canavarın” yakalanışına müthiş sevinmişler. Günlerce süren şölenler düzenlenmiş, bayram gibi kutlamışlar bu başarılarını.



Ama bu sevince katılmayanlar da varmış: ülkenin altın saçlı, gökgözlü, güzel çocukları Deniz’in yakalanışını üzülerek karşılamışlar. Topluca göşteriler düzenleyip yönetimi protesto etmişler. Özgürlük istemişler. Deniz özgür olsun demişler.



Ancak çocukların bu çığlıklarını sağır yürekler duymamış. Mahkemeler kurulmuş, kurullar toplanmış, dünyanın dört bir yanından pedagoglar, psikologlar, bilim adamları çağrılmış. Herkes Deniz’in işlediği suçun nedenini araştırmaya koyulmuş.



İlk gece, polis merkezinde, üşüyüp ağlayan Deniz’in gözünü uyku tutmamış. Yaptıklarını ve kendisine yapılanları düşünmüş. Kendince suç kavramını sorgulamış ve “kim suçlu?” sorusuna yanıtlar aramış. Kafeslerini kırdığı ev sahiplerini düşünmüş, özgür kalınca kanatlarını sevinçle çırpan minik kuşları…



Sonra arkadaşlarını, öğretmenlerini, anasını ve babasını, ninesini düşünmüş. Yüreği sızlamış Deniz’in hepsini de özlediğini anlamış. Ertesi gün ziyaretçileri olmuş Deniz’in. Öğretmenleri ve okul arkadaşları gelmiş, renk renk çiçekler, çeşitli hediyeler verip onu teselli etmeye çalışmışlar. Ziyaret saati bitince de boynu bükük gitmişler. Ardından bütün ülkenin sarı saçlı, gökgözlü çocukları Deniz’e üzüntülerini belirten kartlar, mektuplar göndermişler. Ama kurulan mahkeme çok acımasızmış. Çocukların protestosunu da hiç önemsemiyormuş. Deniz’i diğer çocuklara da kötü örnek olmasın diye cezalandımak istiyormuş yargıçlar.



Deniz, uykusuz geçirdiği bir gecenin verdiği yorgunlukla hemen uykuya dalmış ve dalar dalmaz da başlamış rüyalar görmeye. Rüyada yaşlı bir ninecik oturmuş bir pınarın başına, Deniz’ e “körler ülkesi” masalını anlatıyormuş, ama bu bilge ninesi değilmiş. Rüyadaki ninenin anlattığı masal şöyleymiş;



“Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde, dünyanın bir yerinde, bir baba ile oğul varmış, bunların fazlaca bir dertleri yokmuş; işleri, aşları onları kimseye muhtaç etmezmiş. Ama babanın bir sorunu varmış; oğlunun eğitimsizliği ve cehaleti. O devirlerde ne oğlunu gönderebileceği bir okul ne de ders verebilecek öğretmenler varmış. Okul ve öğretmenler yokmuş ama çocuk dünyayı tanımalı ve bilmeliymiş. Çünkü babanın inancı, “Alimler gözlüdür, Cahiller ise kör’’ biçimindeymiş. Sonuçta baba karar vermiş; oğlunun gözü açılmalı, dünyayı görüp tanımalıymış. Baba ile biricik oğlu bilinmeyen ülkelere doğru yola çıkmışlar. Az gitmişler uz gitmişler, sonunda bir de bakmışlar ki, körler ülkesi diye bir yere gelmişler. Olacak bu ya, tam körler ülkesine geldiklerinde, çocuk bir hastalığa yakalanmış. Eli ayağı tutmaz olmuş. Baba şaşkın, çocuk bitkin uçan kuştan medet ummuşlar. Tam o anda “korkma” diye yüreklendirmişler. Babanın etrafına toplananlar. Ve, “siz buranın körler ülkesi dendiğine bakmayın, buranın öyle becerikli bir hekimi var ki kime dokunsa hastalığından iz kalmaz” demişler. Böylece baba yatıştırılmış ve çocuk tezelden hekime kavuşturulmuş. Hekimbaşı usta parmakları ile hastasını tepeden tınağa bir güzel yoklamış. Hemencecik de illetin nedenini bulmuş; sorun çocuğun gözlerinde imiş. Burnun ile alnın birleştiği noktanın sağında ve solunda bulunan çukurlara gömülü, bıngıl bıngıl devinen oval iki cisimcik. Açılıp kapanan birer deri kapakla örtülü….



İşte hepimizin bildiği insan gözü, illetin nedeniymiş. Hekim böyle söylemiş, teşhisi böyle koymuş. Operasyon kısa sürede bitmiş, dışarıya çıkarmışlar çocuğu. Baba bir de ne görsün, çocuğun dünyayı görüp tanıyacağı gözlerinin ikisi de yerlerinden çıkarılmış. Çünkü körler ülkesinde herkeste göz düşmanlığı varmış. Körler bilginin, ışığın, aydınlanmanın en önemli aracı olan göze düşmanmış. Daha o çağlarda “aydınlık ile karanlığın, bilgi ile cehaletin” savaşı varmış. Ancak baba ve oğul geç anlamışlar bu gerçeği ve ağır ödemişler bedelini. Ve bu sonuç karşısında sanki dünya bir anda başlarına yıkılmış baba ile oğulun. Yaşam zindan olmuş, ama ne acı duyacak halleri kalmış, ne de acıya dayanacak güçleri. Acıyı acıyla bastırmışlar boynu bükük’’…



Deniz gördüğü düşün etkisiyle ter içinde uyanmış. Bir korku sıkıca sarılmış boğazına. Kendini o hekimin elinde imiş gibi hissetmiş. Sevdiği onca yüzü düşünmüş, ama hiç birisini anımsayamamış, sisler arasında yalnız kalmış. Bir yerlerden ince bir ezgi çarpmış kulaklarına, çoğalan, delirten bir ezgi…. Usuna babasının üzgün, perişan yüzü gelmiş, bir güvercin uçuvermiş yüreğinden, acıyla ürpermiş. Deniz’in ağzından “Baba” diye bir inilti çıkmış. Sonra gördüğünün korkulu bir düş olduğunu fark edince derin bir oh çekip rahatlamış.



Derken duruşma günü gelmiş binlerce çocuk yığılmış mahkemenin önüne, onlarca polis otosu eşliğinde Deniz mahkemeye getirilmiş. Yargıçlar sertçe bakmışlar Deniz’e. Savcı iddianamesini okumuş, yargıçların en yaşlısı korkutucu bir sesle “bütün bunları neden yaptın?” diye sorular yöneltmiş. Yargıçların bütün sorularına Deniz susarak yanıt vermiş. Yargıç öfkelenmiş dağlar kadar. Deniz’i azarlamış. “Sende hiç acıma duygusu yok mu, kalp yok mu?” demiş. Deniz ise “Ben kalbimi kuşlara verdim.” Diyerek ilk ve son yanıtını vermiş. Yargıçlar kendi aralarınada fisıldaşıp, konuşmuşlar. Sonuçta Deniz’in bir kuş gibi, demirden bir kafese konulup uzak ve ıssız bir ormana bırakılmasına karar verilmiş. Bu haber dünyadaki bütün kuşlara yıldırım hızıyla yayılmış. Bir çok kuş toplanıp, kanat çırpmışlar, dönmüşler gökyüzünde, sonra da hep birlikte saldırmışlar kafese, günlerce gagalamışlar ama nazlı gagaları parmaklıkları kırmaya yetmemiş. Kafesi parçalayamamışlar. Parçalayıp da Deniz’ i özgürlüğüne kavuşturamamışlar.



Günlerce düşünmüşler ve sonuçta hepsi gücünü birleştirerek. Deniz’i köyünün güzel ormanına götürmeye karar vermişler. Bütün kuşlar kanat açıp, kırk gün kırk gece, dağ demeden deniz demeden uçmuşlar. Deniz’in o güzelim köyünün ormanına ulaşmışlar. Yağmur yağdığında hepsi birden kanatlarını kafesin üstüne gerip korumuşlar. Güneş açtığında sevinmişler. Dünyanın her yerinde türlü türlü yiyecek ve çeşit çeşit kitap taşımışlar. Kuşlar her akşam kafesin etrafında toplanıp ötüşerek Deniz’i teselli etmişler. Cıvıltılarla uyutmuşlar, her sabah yeniden en güzel sesleriyle uyandırmışlar. Beraberce gülüp, oynayıp, şarkı söylemişler. Deniz onlara şiirler okumuş, bilge ninesinden öğrendiği masalları anlatmış, kuşlar Deniz’i anlarmış Deniz de kuşları……



İşte o gün bu gündür dünyanın bütün kuşları yavrularına kuşlara kalbini veren çocuğun masallarını anlatırlarmış. Ve onun içindir ki, dünyanın her yerinde kuşların yalnız bir sabah bir de akşam öttüğü söylenir……..

 

Keloğlan Zenginler Ülkesinde
serdar yıldırım. tarih 21.03.2010, 16:32 (UTC)
 Keloğlan Zenginler Ülkesinde


Zaman zaman içinde, zaman saman içinde, saman duman içinde, yaman bir Keloğlan yaşarmış. Bu Keloğlan çok çalışkanmış. Çok çalışır, çok kazanırım umuduyla köyünden ayrılmış, şehre çalışmaya gitmiş. Günler, haftalar, aylar birbirini kovalamış, fakat Keloğlan istediğini bir türlü elde edememiş. Şehirde iş varmış var olmasına da bulduğu işler sürekli olmazmış. Beş gün çalışır, üç gün boş gezer, bir hafta çalışır, on gün boş gezer iş ararmış. Çalıştığı günler biraz para arttırırmış, boş gezdiği günlerde bu para ile geçinirmiş. Sonuçta sıfıra elde var sıfır. Ne uzar ne kısalırmış. İstermiş ki, devamlı çalışacağı bir işi olsun, para biriktirsin. Şöyle kocaman bahçeli bir evi olsun. Evin içine yeni eşyalar alsın, giyinsin, kuşansın. Bayram günlerinde bile hep aynı elbiseyi giymek zorunda kalmasın.

Ülkesinde hangi şehre gitse bu durumun değişmeyeceğini düşünmüş. Çocukluğundan beri bolluk ve refah ülkesi diye adını sıkça duyduğu Zenginler Ülkesi’ne gitmek üzere yollara düşmüş. Günlerce, haftalarca yol yürümüş. Sonunda Zenginler Ülkesi’ne varmış. Uğradığı ilk köyün girişinde evinin kapısı önüne kurduğu çardak altında oturan bir adama rastlamış. Keloğlan adama uzun yoldan geldiğini, çalışmak istediğini, iş aradığını söylemiş. Adam, Keloğlan’a dik dik bakmış ve sinirli bir şekilde sormuş: “ İş bulup da ne yapacaksın? “
Keloğlan: “ Çalışıp para kazanırım “ demiş.
Adam otururken birden dizlerinin üzerinde doğruluvermiş. Öncekinden daha da sinirli bir şekilde: “ Parayı ne yapacaksın? “ diye sormuş. Adamın son sözüne Keloğlan çok bozulmuş. Şöyle bir yutkunmuş. O anda aklına geleni söylese kavgaya neden olacağını düşünüp vazgeçmiş. Sakin bir şekilde: “ Kazandığım para ile temiz elbiseler alırım. Bağ-bahçe alırım. Ev alırım. Yeni eşyalar alırım. Mal sahibi olurum. Para ile başka ne yapılır ki? “ demiş.

Keloğlan’ın cevabına adam kahkahalarla gülmüş. “ Sen çok yaşa emi Keloğlan “ demiş. “ Yıllar var ki, ne ağladım ne güldüm. Sen beni güldürdün, ben de seni güldüreyim. Bak Keloğlan, bizim ülkeye Zenginler Ülkesi derler. Bu ülkede para kullanılmaz. Zaten her ihtiyacın karşılanır.

Burada her şey pek boldur
Dere akar paldır küldür
Elma, armut daldan düşer
Çardak altında uyunur.

Giysilerim temiz urba
Dert ve keder yoktur burada
Ekmek, yemek bedavadır
İşte lokantamız şurada.

Karşıdaki evde oturan komşu şehre taşındı. Orada sen otur istersen. Satın alma yok, kira yok. Her ay yeni elbise, ayakkabı dağıtılıyor. Günde üç öğün köy lokantasında bedava yemek veriliyor. Bahçede meyve ağaçları, ceviz ağaçları pek boldur. Ye, iç, yat, keyfine bak. “

Keloğlan o gün eve yerleşmiş. Durup dururken ev-bark sahibi oluvermiş. Adamın çardağının karşısına kendi de bir çardak kurmuş. Akşama kadar yan gelmiş yatmış. Akşam yemeğine komşusuyla beraber gitmişler. Sofrada yok yokmuş. Etli yemekler, kavurmalar, tatlılar, pilavlar, hoşaflar çeşit çeşitmiş. Keloğlan şimdiye kadar böyle bir sofra görmemiş. Aksırıncaya, tıksırıncaya kadar yemiş, içmiş. Sofra başında baygınlıklar, fenalıklar geçirmiş. Keloğlan’ı zorla sofradan uzaklaştırmışlar. Evine getirip yatağına yatırmışlar. Keloğlan o gece sabaha kadar uyumuş. Sabah kahvaltısına yine komşusuyla beraber gitmişler. Ballı-börekli, pastalı-çörekli kahvaltı yapmışlar. Sonra evlerine gelip çardak altında oturmuşlar. Öğlen oldu haydi yemeğe, akşam oldu haydi yemeğe, sonra yatıp uyumaya, bu böyle tekdüze şekilde aylarca sürmüş. Keloğlan gün geçtikçe kilo almış, şişman bir oğlan olmuş. Keloğlan adı unutulmuş. Köydekiler kendisini Şişmanoğlan diye çağırmaya başlamışlar.

Bir gece evinde uyurken rüya içinde rüya görmüş. Her çeşit yiyecek ve içeceğin bulunduğu büyük bir sofrada kendisini yemek yerken görüyormuş. Yemiş içmiş, yemiş içmiş, içtikçe şişmiş, şiştikçe şişmiş, sonunda boom diye patlamış ve yerlere yayılmış. Bu durumu acıma duygusu ile seyreden Keloğlan’mış. Şişmanoğlan’a doğru çok sert bir hareketle hızla dönmüş. Kaşlarını çatmış:

“ İşte gördün Şişmanoğlan. Rüya içinde gördüğün rüya bitti. Şimdi ben senin asıl rüyanım. Böyle bol bol yiyip bel bel bakınmaya, yan gelip yatmaya devam edersen sonunun ne olacağını anladın. Eskiden sen de benim gibiydin, Keloğlan’dın. Kuvvetliydin, çeviktin, çalışkandın. Ya şimdi şu haline bak. Parmağını bile kıpırdatmak sana zor geliyor. Sorarım sana aylardır bu Zenginler Ülkesi’ndesin. Ne kazandın sanki? Dur, hiç boşuna düşünüp de yorulma. Cevabını söyleyeyim: Hiçbir şey kazanmadın, ayrıca sağlığını kaybettin. Bana bak Şişmanoğlan. Benim canımı sıkma. Ya eski günlere geri dönersin, ya da her gece rüyalarına girer, bu sopayla seni döverim “ demiş, sopayı kaldırmış ve Şişmanoğlan’a vurmaya başlamış. Şişmanoğlan gördüğü korkulu rüyadan feryat ederek uyanmış. Ter içindeymiş, her tarafı ağrıyormuş.

“ Akşam yemeğinde haddinden fazla pilav yemiştim. Bu korkulu rüyayı görmemin sebebi bu herhalde “ demiş kendi kendine. Rüyasında gördükleri hatırına gelmeye başlamış. Sonunda, rüyasındaki Keloğlan’ın söylediklerinin mutlak doğru olduğuna karar vermiş. Açıklamasını ise şöyle yapmış: İnsanın mutlaka çalışması lazım geldiği, çalışmadan yaşamanın tembellik olduğu, tembelliğin insanı bunalımlara sevk edeceği, bunalımın ortaya çıkış biçiminin insandan insana değişebileceğini, kendisinde bu durumun bol bol yemek yeme şeklinde meydana geldiğini ve bunun sonucu olarak şişmanladığının bilincine vardığını, bu zor durumdan kurtulmanın tek yolunun yeniden çalışmaya başlamak olduğunu anlamış.

Bu durumu bir kağıda yazıp, bu kağıdı defalarca okumalarını, yaptıkları yanlışı fark etmelerini rica etmiş. Kağıdı yatağının üzerine bırakmış. Sabah güneş doğarken bir daha dönmemek üzere Zenginler Ülkesi’ne veda edip memleketine, evvelce yaşadığı şehre doğru yollara düşmüş. Eskiden olduğu gibi, çalışkan günlerin yakın olduğunu biliyor, hayalinde tığ gibi Keloğlan’ı görür gibi oluyormuş.
 

dıck ve kedisi
ceren tarih 16.02.2010, 19:04 (UTC)
 Vaktiyle bir erkek çocuk vardı.
Onun(e) adı *Dick idi.
O(e) çok fakirdi.
Babası ve annesi ölmüşlerdi.
ona yardım edecek arkadaşları yoktu.
birgün birkaç adamın konuştuğunu duydu.
Bir adam "londra'ya gideceğim".
Çünkü londra çok büyük bir şehirdir,.
ve caddeleri altınla kaplıdır.
"Londra'da herkes çok zengindir".
O zaman *Dick, "Londra'ya gideceğim ve zengin olacağım" dedi.
Birkaç gün sonra *Dick ,yolun kenarında bir araba gördü.
arabanın üstündeki adama ,.
"Nereye gidiyorsun?" dedi.
Adam "Londra'ya gidiyorum," dedi.
Dick, "Beni beraberinde Londra'ya götürürmüsün?" diye sordu.
Adam,"Evet," dedi.
Böylece *Dick arabaya bindi ve Londra'ya gitti..
*Dick Londra'ya geldiği zaman.
Caddeler yapılmamıştı.
Diğer caddeler gibi taştan yapılmışlardı.
Fakat pek çok evler vardı.
Bütün caddelerin yanları boyunca evler vardı.
Her yerde yüzlerce evler.
Dick indi ve araba uzaklaştı.
*Dick caddede durdu.
gidecek evi yoktu.
yemek için yiyeceği yoktu.
ve arkadaşları yoktu.
Sonra kar yağmağa başladı.
Kar daha süratle düştü.
Çok geçmeden her şeyin üzerinde kar vardı.
Caddeler ve evler karla kaplıydı.
Fakat hava çok soğuktu.
Zavallı *Dick karla örtülmüştü.
Gece oluyordu.
Bir evin penceresinde bir ışık vardı.
*Dick ona gitti.
ve kapıya yakın durdu.
Sonra taşın üstüne oturdu.
Tam o sırada kapı açıldı.
ve bir hizmetçi dışarı baktı.
orada oturan *Dick'i gördü.
"Defol,haylaz çocuk!" diye bağırdı.
"Orada ne yapıyorsun?".
Dick o kadar üşümüştü ki .
ayağa kalkamadı.
Hizmetçi kızdı.
tekrar "Defol" diye bağırdı.
Sonra o(k) bir çömlek soğuk su aldı.
ve onu Dick'in üzerine attı.
Bu çok zengin bir adamın eviydi.
Onun adı Bay Warren'di.
Bay Warren'in bir çocuğu vardı.
Onun adı *Alice idi.
Alice kapıya yakın duruyordu.
ve kadın uşağın su attığını gördü.
Alice çok kızdı.
"Zavallı çocuk ölecek,".
"Fena kadın," dedi.
Sonra o(K) Dick'in elini aldı.
"İçeri gel,zavallı çocuk".
onu(e) evin içine getirdi.
O(K) Ona(E) yiyecek verdi.
Uyumak için bir yatak verdi.
ve *Dick o gece evde kaldı.
Sabahleyin Bay Warren Dick'i gördü.
Evimde kalacaksın .
ve aşçıya yardım edeceksin.
"Bugün başlayacaksın" dedi.
Böylece *Dick kaldı ve aşçıya yardım etti.
Aşçı fena bir kadındı.
O(K) Dick'e nazik değildi.
Aşçı ona(E) kötü yiyecek veriyordu.
Ona(E) daima küfür ediyordu.
Kızdığı zaman onun(E) yüzüne vuruyordu.
Dick'in küçük bir odası vardı.
O Çok küçük bir odaydı.
ve çok fena bir odaydı.
çünkü oda daima fareyle doluydu.
Yüzlerce fare vardı.
Fareler Dick'in yemeğini yerlerdi.
Bu sebebten Dick mutlu değildi.
Fakat O(E) Bay Warren'e yahut Alice'e bir şey söylemedi.
çünkü Alice'i seviyordu.
ve onun mutlu olmadığını bilmesini istemiyordu.
Bir gün *Dick sokakta küçük bir çocuk gördü.
Çocuğun kollarında bir kedi vardı.
*Dick "Kediyi nereye götürüyorsun?" diye sordu.
Çocuk "Kediyi nehre atacağım " dedi.
"ve onu öldüreceğim".
Dick kedileri severdi.
Bu sebebten o(e) "Onu öldürme" dedi.
"Onu bana ver" dedi.
O Gece Dick kediyi odasına götürdü.
Yemek için küçük bir ekmek parçası vardı.
Onu masanın üzerine koydu.
O zaman bir fare geldi.
ve ekmeği yemeğe başladı.
Kedi atladı.
ve bir fareyi tuttu.
ve onu öldürdü.
Kedi bir çok fare öldürdü.
ve bütün diğer fareler kaçtılar.
Bundan sonra Dick'in odasında artık fareler yoktu .
*Alice Dick'in mutsuz olduğunu gördü.
ve aşçının ona kaba davrandığını anladı.
Bu sebebten Bay Warren'e bu durumu anlattı.
Bay Warren "Aşçı iyi bir kadın değil".
"O(K) şişman ve çirkin".
ve insafsız görünüyor.
Dick iyi bir çocuktur.
O(E) işini iyi yapıyor.
yüzü ve elleri daima temizdir.
*Dick benim için çalışacak.
Bay Warren nehrin kenarında büyük çirkin bir binada çalışıyordu.
Birçok gemileri vardı.
Gemileri başka ülkelere gönderirdi.
Gemiler İngiltere'den diğer ülkelere eşyalar götürürler.
ve onlar diğer ülkelerden İngiltere'ye eşyalar getirirlerdi.
Büyük binada onun(e) için çalışan adamlar vardı.
Gemilerden eşyaları alan adamlar.
eşyaları diğer gemilere koyan adamlar vardı.
*Dick hâlâ küçük odada yaşıyordu.
ve kedisi onunlaydı.
Fakat gündüzün büyük binada çalışıyordu.
Bir gün Bay Warren başka bir ülkeye bir gemi gönderiyordu.
Bütün uşaklarına sordu.

"Gemimde göndermek istediğiniz bir şeyiniz var mı?".
"Onu uzak bir ülkede satacaklar".
"ve ben size parayı vereceğim".
O zaman bütün uşaklar gemiye koymak için eşyalar getirdiler.
Sonra Bay Warren Dick'e Sordu.
fakat *Dick'in gönderecek bir şeyi yoktu.
*Alice "Gemide göndermek için Dick'e bir şey vereceğim" dedi.
Fakat Bay Warren "Hayır ,kendinden bir şey göndermeli" dedi.
*Dick,"sadece bir kedim var " dedi.
*Alice "Niçin kedini göndermiyorsun" diye sordu.
*Dick "Kedimi seviyorum" dedi.
"fakat onu göndermeliyim" .
çünkü başka bir şeyim yok.
Böylece *Dick kedisini getirdi .
ve onu gemiye koydu.
*Dick tekrar odasına gitti.
Çok üzgündü.
çünkü şimdi yalnızdı.
Küçük odasında yalnız uyudu.
Kedi gitmişti.
Fareler tekrar odaya gelmeğe başlıyordu.
ve *Dick fareler yüzünden uyuyamadı.
Aşçı hâlâ ona sertti.
ve O(K) ona iyi yiyecek vermiyordu.
Bir gece *Dick "Burada kalamam".
"Başka ülkeye gideceğim" dedi.
Elbiselerini giydi .
ve aşağıya indi.
Evin kapısını açtı.
ve yalnızca dışarıya sokağa çıktı.
Sokak boyunca yürüdü.
Bütün gece yürüdü.
Sokak kırlara götürüyordu.
Kırda evler yoktu.
sadece ağaçlar ve tarlalar vardı.
Sabah yakın olduğunda.
yolun kenarında bir taşın üzerine oturdu.
Devam edemedi.
O(E) orada otururken .
güneş gökyüzünde yükseldi.
Güneş yukarıya gelirken .
Londra'nın çanları çalmaya başladı.
Çanlar çalarken.
*Dick onların "Yine gel Yine gel!" dediklerini zannetti.
"Çanlar Bana çalıyorlar" diye düşündü.
"beni tekrar Londra'ya çağırıyorlar".
"geri gel".
"Herzaman yoksul ve mutsuz olmayacaksın".
"Bekle,"
"günün gelecek" diyorlar.
*Dick ayağa kalktı.
"Geriye gideceğim" dedi.
"ve bekleyeceğim".
Tekrar şehire döndü.
Gemi gitti .
ve bilinmeyen bir ülkeye geldi.
Bu ülkenin kıralı gemideki adamlardan gelmelerini istedi.
"Gelin" dedi.
"ve bütün şeyleri bana gösteriniz".
Adamlar güzel eşyaları aldılar .
ve saraya getirdiler.
güzel kumaşlar,mücevherler,yüzükler.
şapkalar,ayakkabılar,çantalar.
lambalar ve .
diğer birçok şeyler.
Kral bütün şeylere baktı .
ve "Bu şeylerin hiçbirini istemem".
"Bana istediğimi getirin".
"geminizi altınla dolduracağım" dedi.
Sonra Kral ,uşaklarına söyledi.
"yiyecek getirin".
Uşaklar Yiyecek getirdiler.
ve masanın üzerine koydular.
Onlar yiyeceği masanın üzerine yerleştirir yerleştirmez.
yüzlerce fare deliklerden dışarı çıktılar.
Adamlar daha önce bu kadar çok fare görmemişlerdi.
Fareler masanın üzerine atladı.
ve bütün yiyeceği onların gözleri önünde yediler.
Kral, "İstediğim budur".
"Bu fareleri öldürmeye yarayan bir şey istiyorum".
Yiyeceği gözlerimizin önünde yiyorlar.
Biz onu yiyemeden önce .
yiyeceğin üzerinde koşuyorlar.
Onlar Elbiselerimizde delikler yapıyorlar.
Yatağa girer girmez.
yüzlerimizin üzerinde koşuyorlar.
Çocukları ısırıyorlar.
Onları öldüremeyiz.
onlar çok küçüktürler.
ve biz onları yakalayamadan evvel kaçıyorlar.
Fareleri öldürecek .
bana bir şey verin.
geminizi altınla dolduracağım.
adamlardan biri.
"Bu ülkede kediler yok mu" diye sordu.
Kral "Kedi nedir?" dedi.
O zaman adam süratle koştu.
ve *Dick'in kedisini gemiden getirdi.
Adam ,Kralın salonuna gelir gelmez.
Kedi onun kollarından atladı.
o bir ayakla bir fare öldürdü.
ve o ağzında başka bir fare yakaladı.
O o kadar çok fare öldürdü ki.
diğer fareler süratle kaçtılar.
Kral sıçradı ve bağırdı.
"İyi! iyi!".
Daha önce hiç kedi görmedim.
Kediyi bana verin.
geminizi altınla dolduracağım.
"Daha önce böyle güzel bir şey görmedim " dedi.
Böylece Kral *Dick'in kedisini aldı.
ve adamlara kedi için çok para verdi.
onların gemisini altınla doldurdu.
Gemi Londra'ya döndü.
Bay Warren gemiye gitti.
ve gemideki bütün altınları gördü.
"Bu kadar çok altın için ne sattınız" dedi.
Adamlar "kedi," dediler.
O zaman Bay Warren Dick'i çağırttı.
"Çok zengin oldun".
Benden daha fazla paraya sahipsin.
"Şimdi bizden gitmek istiyormusun" diye sordu.
*Dick Alice'i seviyordu.
Hayır, Kalmak istiyorum.
"ve sizinle çalışmak istiyorum" dedi.
Bay Warren "Benim uşağım olarak değil,".
"arkadaşım olarak kalacaksın" dedi.
Böylece *Dick Bay Warren ile kaldı.
Birkaç yıl sonra O(E) *Alice ile evlendi .
çünkü onu(k) çok seviyordu.
Çok zengin oldu.
ve çok iyi bir adamdı.
O(E) Londra'da en zengin adamdı.
ve *Alice en mutlu kadındı.


 

KÜÇÜK ZÜRAFA
Yazan: Serdar Yıldırım tarih 26.01.2010, 13:39 (UTC)
 İstanbul Gülhane Parkı’ndaki hayvanat bahçesinde zürafalar için oldukça geniş bir yer ayrılmıştı. Burada anne ve baba zürafa ile iki yavru zürafa kalıyordu. Onlar gün boyu salına salına geziyorlar, ziyaretçiler de onları seyrediyordu.

Anne ve baba zürafa yıllardır burada bulundukları için durumu kabullenmişler, bu hayata alışmışlardı. Fakat yavru zürafaların canı çok sıkılıyordu. Devamlı olarak babalarına “ Babacığım, bizler burada daha ne kadar zaman kalacağız? Bizleri masallarda anlattığın o güzel yerlere ne zaman götüreceksin? “ diye sitem ediyorlardı.
Bir gün yavru zürafalardan biri baba zürafaya şöyle bir soru sordu: “ Babacığım, bizler buralara nasıl geldik, kimler getirdiler? “ Bunun üzerine baba zürafa: “ Bundan yıllar önce, buralardan çok uzaklarda yaşamış dedeniz bücür zürafayı anlatacağım sizlere “ dedi.
“ O zaman anlayacaksınız buralara nasıl geldiğimizi. Zürafalar hep uzun boylu, boyunlu olurlar, fakat dedeniz doğduğunda da küçükmüş. Yıllar geçmiş, yaşı büyümüş, boyu büyümemiş. Yaşının büyümesiyle birlikte onun kalbindeki özlem daha da büyümüş. Çünkü o, bir sirk yıldızı olmak istiyormuş. Yaşadığı çevrede tıkılıp kalmak, dar bir kısır döngü içinde ömür törpülemek ona göre değilmiş.
Bücür zürafa bu büyük hedefine ulaşabilmek için yaşadığı ormanda gösteriler düzenlemeye başlamış. Orman hayvanları bücür zürafanın gösterilerini ilgiyle karşılamışlar, onun yaptığı hayvan taklitlerini zevkle seyretmişler.
Günlerden bir gün ormana avcılar gelmiş. Bu avcılar yakaladıkları hayvanları hayvanat bahçesine götüreceklermiş. Bir tepenin üzerine çıkıp dürbünle çevreyi gözleyen avcılar karşıdaki düzlükte bücür zürafayı gösteri yaparken görmüşler. Bücür zürafanın hayranlık uyandıran hareketlerini, enfes dönüşlerini seyreden avcılar, onun tam bir hokkabaz olduğunda karar kılmışlar.
Gösteri bittikten sonra bücür zürafayı yakalamak için iz sürmeye başlamışlar. Bücür zürafa hemen anlamış takip altında olduğunu. Bu durum onu hiç şaşırtmamış. Çünkü zirveye giden yolda önüne bir takım yol ayırımlarının çıkacağını biliyormuş. Olanı biteni en ince ayrıntılarına kadar düşünüp planını yapmış.
Eğer plansız, programsız hareket ederse istenmeyen, üzücü olaylar ortaya çıkabilirmiş. Avcıların niyetini kesin olarak bilmek olanaksızmış. Sonunda, avcılar bücür zürafayı bir bataklığın yakınlarında kıstırmışlar. Sazlıkta yarım daire şeklinde ilerleyen avcılar, bücür zürafayı yakalamayı umdukları yerde yeller estiğini görmüşler. Bücür zürafanın ayak izleri bataklığın kenarında yok oluyormuş. Aslında bu durum planın bir bölümünü oluşturuyormuş.
Bücür zürafa avcıların takibinden kurtulmak için daha önceden oraya sakladığı bir ağaç kütüğüne binerek uzaklaşmış. Ertesi gün avcıların konuşmalarını saklandığı yerden dinleyen bücür zürafa yakalandığı takdirde hayvanat bahçesine götürüleceğini öğrenmiş. Dört ayağı üstünde hoplaya hoplaya ortaya çıkmış ve avcıların hayret dolu bakışları altında iki perende atmış, daha sonra kurt gibi uluyup aslan gibi kükremiş. Bildiği bütün numaraları birbiri peşi sıra sergilemiş ve alkışlar arasında gösterisini tamamlamış.
Bücür zürafa hayvanat bahçesine getirilince bu bölüme konmuş. Fakat o burada da boş durmamış, gösterilerine devam etmiş. Bu arada annemle birbirlerine gönül vermişler. Aradan zaman geçmiş, ben doğmuşum. Küçüklüğümü hatırlıyorum da şu demir parmaklıkların arkası bücür zürafayı görmeye gelen insanlarla dolardı. O da gün boyu bıkmadan, usanmadan gösterilerini sürdürürdü. Yavrularım, bu hayvanat bahçesine yılın belli tarihlerinde uluslar arası bir sirk gelir. Sirk kurulurken sirkin sahibi parkta gezmeye çıkmış. Buradaki kalabalığı görünce ne olduğunu merak edip sokulmuş. Bir süre bücür zürafayı seyrettikten sonra onun dünya çapında bir yetenek olduğuna karar vermiş ve yüksek bir ücret karşılığında sirke transfer etmiş.
O, ele geçirdiği bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirmesini bildi. Bir iki provadan sonra sahneye çıktı. Görülmemiş bir başarı sapladı. Gittiği her yerde on gün kalan ve geceleri bir gösteri sunan sirk, bücür zürafayı kadrosuna almasıyla birlikte seyirci patlamasına uğradı ve günde dört beş gösteri sunar hale geldi. Sirkin o yıl bir ay kaldığını unutmadan söyleyeyim. Ertesi yıl sirk geldiğinde babam bücür zürafa buraya uğradı. Beni, annemi ve arkadaşlarını görmeye gelmişti. Çok sevindik. Yanımızda iki saat kadar kaldı. Pek çok ülkede gösteriler sunduklarını, gittikleri her yerde yoğun bir ilgiyle karşılaştıklarını anlattı.
Sirk yıldızı olmak istemiş, bunun için yıllarını vermiş, sonsuz gayret göstermiş ve sonunda başarmıştı. Mutluydu. Şimdi anladınız mı yavrularım, buralara nasıl geldiğimizi, kimlerin getirdiğini? “ Yavru zürafalar sanki ağız birliği etmişlerdi aynı sözü söylemek için: “ Evet anladık babacığım, hem de çok iyi anladık “ dediler ve birbirlerine bakarak kıkır kıkır güldüler. Ortada reddedilmez bir gerçek vardı. Azmin başaramayacağı hiçbir şey olamazdı. Yeter ki gerçekten istenmeliydi. Tutar koparırdın. İdeal kiminin düşüncesinde bir tutku olarak kendiliğinden ortaya çıkardı. Kimi de başarılı birini örnek alarak onun izinden giderdi.
İşte yavru zürafalar bücür zürafanın açtığı yoldan yürüdüler, onun izinden gittiler. Akşamları gökyüzüne dikkatle bakarsanız yıllar sonra birer yıldız olacak iki yavru zürafanın göz kırptıklarını görürsünüz.
 

KAR VE ÇOCUK
İdris ARMAĞAN 18.03.2009 tarih 26.01.2010, 13:38 (UTC)
 
Kar ve Çocuk Çocuk evinin camından dışarı baktı. Hayalleri cama takıldı. Parka gitmek istiyordu diğer bütün çocuklar gibi. Salıncakta sallandıkça mutlu olacaktı çocuk. Dönme dolaplarda dönecekti. Sesi diğer çocukların seslerine karışacaktı.

Bütün çocukların sesleri kuş seslerine karışacaktı. Ve çok mutlu olacaktı. Sadece parka gitmesi yetecekti. Başka bir şey istemiyordu.
Mutlu olması için iki zincirin ucundaki küçük bir tahta parçası yetecekti ona. “Ah! şimdi parkta olabilseydim.” dedi.
Elleri ile cama dokundu. Camın soğukluğu onun küçücük yüreğine. Mutlulukla arasındaki engeli cam olarak gördü birden. Bir de dışarıda ki bembeyaz örtüyü. Nasıl da her yeri kaplamıştı. Bir taraftan da küçük küçük beyaz tanecikler iniyordu gökyüzünden.
Ne kadar da çoklardı. Sanki onlarda kendi aralarında oynuyordu. Bir sağa bir sola çığlık çığlığa koşuyordu. Tıpkı çocuklar gibi. Telaşlı ve ürkek birden bitiverecek gibi mutlulukları. Sanki birisi, “artık yeter şimdi eve gidiyoruz” diyecek ,alıp götürecekti hepsini.
Çocuk görünce baktığı camdan, küçük beyaz taneciklerin sevincini… Unutuverdi kendi içini saran kederini. Çekti camdan ellerini.
Bahara erteledi parka gitme hayallerini. Çünkü isminin kar olduğunu öğrendiği bu küçük beyaz taneciklerin baharıydı içinde bulunduğu zaman. Isıttı küçücük yüreğinin içini, neşeli dansı kar tanelerinin.
Birde ilerideki okulun bahçesinde şen şakrak kar topu oynayan çocukların sesleri geldi kulağına,ne güzeldi. Çocukların yaptığı kömür gözlü,havuç burunlu kardan adamın gülümseyen yüzünü görünce, daha da sevdi kar tanelerini.
Parka gitmiş kadar mutluydu sanki, içindeki coşkuyu haykırmak istiyordu. Sesini duyurmak istercesine dünyadaki bütün kar tanelerine. “Sizi seviyorum kar taneleri! Hepinizi çok seviyorum!”diye bağırdı.
Ve daha çabuk büyüyüp kar taneleri ile oynamanın hayallerine dalarken,annesinin kendisine seslenen sesini duydu çocuk. Nasıl kar taneleri uça uça neşe ile iniyorsa yeryüzünün kucağına, çocukta tıpkı kar taneleri gibi gitti uzandı annesinin kucağına.
 

KURŞUNKALEMİN HİKAYESİ
EDA SEZAY tarih 28.09.2009, 19:06 (UTC)
 KURŞUN KALEMİN HİKAYESİ
Yazar : Eda Sezay
Yorum Sayısı : 0
Okunma : 39
Tarih : 07 Eylül 2009, 20:04



Kurşun Kalemin Hikayesi

Ninesini bir mektup yazarken izleyen çocuk sordu:
- 'Yaşadıklarımız için bir hikaye mi yazıyorsun? Yoksa benim hakkımda mı? '
Ninesi yazmayı kesti ve torununa şöyle dedi:
- 'Aslında, senin hakkında yazıyorum. Fakat kelimelerden daha önemlisi, kullandığım Kurşun Kalem.Umarım büyüdüğünde sen de bu kurşun kalem gibi olursun.'
Çocuk merakla kurşun kaleme baktı. Özel bir kalem gibi görünmüyordu.
- 'Fakat daha önce gördüğüm diğer kurşun kalemler ile aynı! '
- 'Bu, senin nasıl baktığın ile alakalı. Kurşun Kalemin 5 önemli
özelliği vardır, ki sen onlara sıkıca tutunduğunda ömrün huzur içinde geçecektir.'

Birinci özellik: Harika şeyler yapabilirsin ama attığın adımları yönlendiren bir el olduğunu asla unutma.

İkinci özellik: Zaman zaman her ne yazıyorsam durmam ve kalemin ucunu açmam gerekir. Bu kaleme biraz acı çektirse de sonuçta daha sivri olmasını sağlar.
Bu yüzden bazı acılara göğüs germeyi öğrenmelisin, bu acılar seni daha iyi bir insan yapar.

Üçüncü özellik: Kurşun kalem, yanlış bir şey yazdığında bunu bir silgiyle silmene her zaman olanak tanır.
Yaptığımız bir şeyi sonradan düzeltmenin kötü bir şey olmadığını anlamalısın, aksine bu bizi adalet yolunda tutmaya yarayan en önemli şeylerden biridir.

Dördüncü özellik: Kurşun kalemin en önemli kısmı, kalemin yapıldığı ahşabı ya da dışarı yansıyan şekli değil, içerisinde yer alan kurşunudur. O yüzden her zaman kendi içine bakmalı,en çok onu korumalısın.

Beşinci özelliği ise her zaman bir iz bırakmasıdır. Aynı şekilde sen de hayatta yaptığın her şeyin bir iz bırakacağını bilmeli ve her hareketinin farkında olmalısın.


BUNLARI BİLİYOR MUSUNUZ?

Dünyanın en uzun kurşun kalemi 15 Şubat 1998 yılında newyork'ta yapıldı.Tam 6.24 m uzunlığunda olan kalemin ağırlığı 254 kg dı.

1960 lı yıllarda NASA nın çok büyük paralar harcayarak uzayda yazan kalemi geliştirmesine karşılık Ruslar daha çabuk ve ucuz bir çözüm bulmuşlar.neymiş bu çözüm biliyormusunuz?? ''kurşun kalem''
 

<-Geri

 1 

Devam->

DÜNYAYI GÜZELLİKLER KURTARACAK
 
TÜM ÖĞRENCİLERİME VE VELİLERİME BUNDAN SONRAKİ HAYATLARINDA SAĞLIK VE MUTLULUKLAR DİLERİM .HERŞEY GÖNLÜNÜZCE OLSUN.
Tarihte Bugün v.6.0
tebrikler
 
YAKINDA COŞKU 4.SINIF DENEME SINAV SONUÇLARI YAYINLANACAKTIR..
coşku 3.deneme sınavında başarılı olan öğrencilerimi tebrik ediyorum.OKULDA ilk 15 giren
DOĞUHAN EREN
MERT ŞİMŞEK
ONUR ÖZ
UFUK ÖZER
SERAY ÖZTÜRK
YİĞİTCAN CEYLANİ
OĞULCAN YÜKSEL.. TEBRİK EDERİM.
2.SINAVA GÖRE ORTALAMA NET VE PUANDA BİR DÜŞÜŞ OLMASINA RAĞMEN
OKULDA İLK 15 ÖĞRENCİDE:7
İLDE:450 ÖĞRENCİ SINAVA GİRMİŞ İLK 25 ÖĞRENCİ İÇİNDE: 5
MERKEZ İLÇEDE: 300 ÖĞRENCİ İÇERİSİNDE İLK 25 TE 5 ÖĞRENCİMİZ VARDIR..
İLDE: 450 ÖĞRENCİ SINAVA GİRMİŞ İLK 50 BAZ ALINIRSA 7 ÖĞRENCİMİZ MEVCUTTUR..


3.DENEME SINAVINDA EN ÇOK İLERLEYEN ÖĞRENCİ
 
2 SINAVA GÖRE EN ÇOK İLERLEME KAYDEDEN ÖĞRENCİMİZ UFUK ÖZER İ KUTLAR BAŞARILARININ DEVAMINI DİLERİM...
OKULUMUZDAN HABERLER
 
OKUL MİNİK FUTBOLL TAKIMIMIZ MERKEZ İLÇE 1.Sİ OLDU.. SINIFIMIZ ÖĞRENCİLERİNDEN ALİ ERAY ÇELİK TURNUVADA 2 GOL ATTI..AYRICA BATUHAN KÖSE,VE MERT ŞİMŞEK MİNİK FUTBOLL TAKIMINA SEÇİLDİ. TÜM OKUL TAKIMIMMIZI TEBRİK EDER ÖĞRENCİLERİMİZİN BAŞARILARININ DEVAMINI DİLERİM..
HAYAL KIRIKLIĞI
 
Çok başarılı olduğunu düşündüğümüz öğrencimiz BARIŞ KALAYCI COŞKU 3 .DENEME SINAVINDA OKULDA 25.OLARAK BİZLERİ HAYAL KIRIKLIĞINA UĞRATTI."
 
Bugün 17 ziyaretçi (19 klik) kişi burdaydı!
Etraflıca çalış, doğru bir şekilde araştır, dikkatlice düşün, düşündüklerini gözden geçir, ciddi ve samimi bir şekilde uygula.. Konfüçyus " Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol